Selam aleyküm
10 yıldır buralarda yoktuk, yeniden geldik elhamdulillah
Bâki muhabbetle 🌹
Sürgün ülkeden, başkentler başkentine…
Selam aleyküm
10 yıldır buralarda yoktuk, yeniden geldik elhamdulillah
Bâki muhabbetle 🌹
yüreğim yangın yeri bugün
25 yiğide mi yanayım
neden öldüler ona mı yanayım
al bayrak gibi akan kanlara mı yanayım
yanan anaların yüreğine mi yanayım
kan oturdu ciğerime, yüreğime
teslimiyet mi, tevekkül mü bilmiyorum
dua mı etmeliyim, rahmet mi okumalıyım
yüreğim yanıyor, yanardağ gibi
ey şehid oğlu şehid…
yüreğim yanıyor
06/09/2012 – Afyonkarahisar Şehitleri Anısına
Zamanın Kutlusu Gavs-ı Sâni Hazretleri’nin huzurunda
Bir mürîdânın hâlinin dilinden dökülenler…
Dilinden, döktürülenler…
Ya Rabbi
Âlemlerin Rabbi
O görür
O bilir
O canlı
Dar vakit
Dünya tuzak
Beden, O’nun (c.c.)
Ruh, O’nun (c.c.)
Can, O’nun (c.c.)
Dar vakit
Yâ Rabbi
22/04/2012 – Menzil
Viyana da gezerken yaban toprağı diyerek basıp geçmen
25000 şehit yatar, kanı ile sulamış Viyana toprağını
Viyana kuşatmasında, kuşatma esnasında, ordu iş başında
Ordu ile bir bölümü lağımcılar (tünel kazan askerler) da iş başında
Kazıyorlar şehri alt tarafından boylu boyunca
Bunu fark edince şehirde bulunan bir fırıncı usta
“Buldum diyor, Osmanlı askeri hemen altımızda”
Kazıyorlar yer yüzünden dibe doğru,
Ulaşıyorlar Osmanlı askerinin kazdığı tünel ucuna
Yakıyor veya patlatıyorlar isnafsızca
Dedeler şehit oluyor, şehadet şerbetini içerek
ve hala 500 kusür yıl geçmesine rağmen bu olay ile aradan
vergi dahi almıyor Avusturya Devleti fırıncının soyundan
ay çöreği (kuruvazan) diye çörek yapıp yiyorlar
al bayrağımdaki Al Bayrağım’daki hilalımı kast ediyorlar
şimdi biz mi yanalım Koca Sinan’ın başına sahip olamadık
bizim için şehit düşen Selçuklu Sultanlarının kemiklerini köpeklere yem yaptık !
Dut Ağacı / 12.04.2012
Sözde İslâm… Bir ferdi bir ferdine kaynamaz;
Bu halle, utanmadan, camide saf saf namaz!
Necip Fazıl Kısakürek
MUHSİN YAZICIOĞLU NE DEDİ?
Ülkücü Harekâtın liderlerinden Muhsin Yazcıoğlu ile yapılan röportajda O Gönül Sultanı (Merhum Seyyid Muhammed Râşit Erol) ile ilgili ilginç hatıralara hep birlikte göz atalım:
— Sayın Yazıcıoğlu, Seyyid Muhammed Raşid Erol Hz. (k.s.)’leri ile ilgili ilk karşılaşmanızı anlatır mısınız?
M. Yazıcıoğlu: Kendisini 1970’li yıllarda uzaktan görmüştüm. O zamanlar çok yakın bir temasımız olmamıştı. Ancak, 1987 yılında Menzil’de kendisiyle görüşmek nasip oldu. Kendisiyle uzun uzun göz göze geldik. Elbette o manevi derinliği ve manevi atmosferi daha ilk bakışta yaşadığımı söyleyebilirim. Benim ilk karşılaştığımdaki intibaım hep tasavvuf kitaplarında okuduğumuz ama ulaşamadığımız, yaşayamadığımız, hissedemediğimiz güzel duyguları yaşama ve hissetme durumunda oldum. Orada benim yarım saatlik hemen hemen yarısı sessiz geçen, bir o kadarı da çeşitli konularda görüşlerine başvurduğumuz ve dinlediğimiz an olarak geçti. Akşam kendilerinin emirleri üzerine bizi Mübarek Divanı’nda misafir ettiler.
— Efendim, bu esnada sizin M. Yazıcıoğlu olduğunuzu biliyorlar mıydı?
M. Yazıcıoğlu: Çevredeki sofiler benim olduğumu söylediler. Ama ben cezaevinde iken manevi olarak da irtibatımız oldu. Bazı sofi kardeşlerimiz aramızda haber akışı sağladı. Bu sebeple bizi hem ismen biliyordu, hem de biz cezaevinde iken muhtaç olduğumuz dualarını daima aldık. Kendisine misafir olduğumuz gecenin sabahında, namazdan sonra camiinin dışında büyük bir kalabalık toplanmıştı. Kendileri kalabalık içinden geldi ve beni çağırdı. Bir kenara geçtik. Elini omzuma koydu ve bana güzel bir hikâye anlattı.
— Hikâyeyi dinleyebilir miyiz?
M. Yazıcıoğlu: Buyurdular ki:
”Bir zatın iki tane oğlu varmış. Kendisi vefat ederken bunlara üç küp altın bırakmış. Çocuklarına ”Bu küp altınların birer tanesi sizin. Üçüncüsü de dünyanın en ahmak adamının” diye vasiyyet etmiş. Babalarının vefatından sonra bu iki kardeş çok yer dolaşmışlar. Kimi bulsalar bundan daha ahmağı çıkar düşüncesiyle dolaşıp durmuşlar. Çünkü dünyanın en ahmağını arıyorlar. Küçük kardeş bir şehirden geçerken bakıyor ki, bir zatın sakalının bir tarafını yülümüşler, bir tarafı duruyor. (Hatta o, sakalın bir tarafını yülümüşler sözünü söylerken mübarek biraz düşündüler. Tıraş kelimesi sonra aklına geldi, ondan dolayı gülmüştü…) O adamı ayrıca merkebe ters bindirmişler. Kuyruğunu da eline vermişler. Boynuna tezek takmışlar, etrafına çıngıraklar asmışlar. Ve kendisini def, davul çalarak, halkın arasında dolaştırarak rezil rüsva etmişler. O zaman bu küçük kardeş oradaki insanlara sormuş; Bu adamın ne suçu vardı da bu kadar eziyet ediyorsunuz? Cevaben; herhangi bir suçu yokmuş demişler. Bir suçu olduğundan dolayı değil bizim burada adet olduğu için yapıyoruz. Küçük kardeş nedir âdetiniz demiş. Cevaben; bu adam buranın valisi idi. Belli bir süre valilik yapar sonra süresi dolduğu zaman bunu tahtından indiririz. Halkın arasında böyle dolaştırırız. Öbürünü de Törenle tahtına oturturuz dediler. Bunun üzerine küçük kardeş; peki şimdi tahtına törenle oturttuğunuz süresi bittikten sonra aynı bunun gibi halkın arasında dolaştırılacak mı diye sormuş. Onlar da evet demişler. Küçük kardeş hemen eve gidip babasının vasiyet edip verdiği bir küp altını alıp gelmiş. Getirip valinin önüne koymuş. Valiye, bu küp altın babamın vasiyeti üzerine sizin şahsınıza aittir. Yani devlete ait değil. Siz kendi şahsınıza kullanacaksınız. Vali, ama ben sizin babanızı tanımıyorum demiş, küçük kardeş evet, babam da sizi tanımazdı. Zaten bize vasiyet etti ki, dünyanın en ahmağını bul ona ver diye. Vali hiddetle oturduğu koltuğundan kalkmış ve demiş ki, ben koca bir valiyim. Nasıl olur da dünyanın en ahmağı olurum. Küçük kardeş, sizin bir sene sonranızı görüyorum. Bu valilik dönemi bittikten sonra size şöyle şöyle yapmayacaklar mı, sen kendin de böyle olacağını biliyorsun. Bunu bile bile buraya oturmak ahmaklık değil mi demiş.
Bu hikâyeyi anlattıktan sonra elime omzuma vurdu. Dedi ki:
”Manevi rütbelere talip ol. Yoksa insanlar alkışlarlar sonra da taşlarlar. İnsanlara güvenme, önemli olan manevi rütbelere talip olmaktır…”
Tabii ben o zaman acaba siyasete hiç bulaşma anlamında mı söylüyor diye düşündüm. Kendilerine bir vakıf kurduğumuzu söyledik. Vakfa çok sevindi. Vakıf faaliyetlerinin yararlı olduğunu ifade etti. Ayrıca siyasi düşüncelerimi kendilerine aktardım. Bize ”Bu işin çilesini, sıkıntısını çekmişsiniz. Bu sizin bileceğiniz yanıdır. Faydalı olabileceğinize inanıyorsanız yapabilirsiniz.” dediler. Yani o zaman siyasetin acımasızlığını, insanların güç ve kudrete karşı zaaflarını dikkate alarak siyaset yapmamız gerektiğini ifade ettiği manasını çıkardım.
— O günden bu güne birçok görüşmeleriniz oldu. Bu görüşmelerden size kalan hatıralarınızı ve kendisinin tavsiyelerini anlatır mısınız?
M. Yazıcıoğlu: Tabii bunların bir kısmı söylendiği yerde kalması gereken hatıralar, yaşadığımız anda kalması gereken hatıralardır. Ama ben kendisinden hep güç bulmuşumdur. Bizim için manevi bir kuvvet olmuştur. Yalnız üzüldüğüm bir yanı var, o da son Ankara’ya gelişlerinde kendilerini Pursaklar’da ziyaret ettiğimizde bizi akşam eve davet etmişlerdi. Akşam biraz geç olduğu için istirahata çekilmiş olduğunu düşünerek, evi arayıp rahatsız etmek istemediğimizden gidemedik. Bir daha görüşmek de nasip olmadı. O akşam gidemediğimiz için hala üzülüyorum.
— Evet efendim…
M. Yazıcıoğlu: Siyasi Karar Kurultay’ımızdan önce Türkiye’de bildiğimiz gönül dostlarını ziyaretlerimiz oldu. Bunlara gayretlerimizi anlattık. Yani aklımız ve baş gözümüzle tayin ettiğimiz hedefleri bir de gönül dostları nasıl görüyor diye düşünerek bu zatlarla meşveretlerimiz ve danışmalarımız oldu. Bu meyanda Seyda (k.s.) Hazretleri ile de hassaten görüşmüştük. O görüşmemizde kendisi ”Toplayın, toplansınlar, konuşun, tartışın, orası nasıl karar alırsa öyle hareket edin” dediler. Hatta yakından ilgilendiler. Ne kadar insan toplanabilir ve kalabalıklar nasıl olur hususunda sorular sordular. Kurultay sonrasında kendilerine kamuoyunun beklentilerini anlattık. Kamuoyundaki birlik hususundaki özlemleri aktardık. Bu hususta kendileri de ihlâsınızı bozmayın siz, ihlâsınızı bozmamak kaydıyla birliktelikler yapabilirsiniz. Ama birlikteliğiniz ihlâsınızı bozacaksa o zaman kendi istikametinizde devam edin gibi görüşler ortaya koydular.
— Son cümle olarak neler söylemek istersiniz?
M. Yazıcıoğlu: Baktığımız zaman gönlümüzü rahatlatan, manevi hazzımızı artıran, bize manevi iştah getiren bir Mürşid-i Kamil’di. Dolayısıyla bizim manevi dünyamıza çok güzel, tarif edemeyeceğimiz tesirleri var. Allah ondan razı olsun. Seyda (k.s.) Hazretleri ve cümle Allah dostları bizim manevi ışıklarımızı. Biz onlarla görebiliyoruz. Onun bu âlemden ebedi âleme gidişi bizi çok üzdü. Allah dostları her zaman manevi tasarruflarıyla da bizi kuşatırlar. Cisimleri yanımızda olmasa da bize manevi rota verirler. Onlar birlik sembolüdür. Onlar tevhidin nurlu aynalarıdırlar. Biz onlardan yansımalar alırız. O, gönüller sultanı idi. O Sultan-ı Müslümiyn’di. O şimdi Allah’a ve Allah’ın sevgilisi Hz. Resulullah (S.A.V.)’a kavuştu.
Allah rahmet eylesin.
Araştırmacı Yazar
Alperen Gürbüzer
alemlerden aleme geçiş var
alemlerden aleme emanet var
köroğlu ile ayvaza emanet var
muhabbet var
aşk var
m u h a b b e t l e r i y l e
inşallah…
Hayatımda matematik çok yer işgal etmişti, ediyorda… hep uzaklaşmak istediğim ilim olmasına rağmen bir türlü peşimi bırakmayan, yoğun mücadele sonucu kendini sevdiren bir ilim… bu ilimden bir konu geldi aklıma, oran & orantı… daha sonra manevi hayatımızdaki oran ve orantılar geldi nedense… bunları sizlerle paylaşmak istedim… evveli halim gibi, matematiğe alerjisi olanlar için bildireyim. İki durum aynı yönde ilerliyorsa doğru, aksi yönde ilerliyorlarsa ters orantı deniyor… buyrun manevi oranlara…
sadaka ile bela ters orantılı
edeb ile âdab doğru orantılı
rabıta ile edeb doğru orantılı
şükür ile nimet doğru orantılı
ihlas ile riyakârlık ters orantılı
çok laf ile yalan doğru orantılı
çok mal ile haram doğru orantılı
hizmet ile himmet doğru orantılı
zikir ile kalp huzuru doğru orantılı
kurban ile teslimiyet doğru orantılı
vird ile tespih taneleri doğru orantılı
tevekkül ile materyalizm ters orantılı
zekat ile mal temizliği ve çokluğu doğru orantılı
bu örnekler gibi mâneviyatımızdaki oranları ve orantısızlıkları sıralamak mümkün… Mevlam c.c. herkese imân oranı yüksek bir hayat ve bu oranla göçmeyi nasip eyleye… amin…
dut ağacı
canım sıkkın bugün
uçukladı dudağım
ellerim kaşınıyor ve titriyor
bir garip terennümler arasındayım
canım sıkkın bu hafta
sizi görmek istiyorum her tarafta
ama ne gelen var ne giden
suyu çekildi yüreğimin, kurak-çorak sazlık gibi
ne sivrisineği kaldı, ne kurbağası, ne yılanı…
canım sıkkın bu yıl
size uzaktayım, sanki mesafe… yıl .
özlüyorum, çok özlüyorum
özlerken bile taklit ediyorum diye kendime kızıyorum
ama taklit bile edemiyorum
taklidin taklidine yapışayım diyorum
utanıyorum
günden, haftadan ve yıldan
ıraktan ve yakından
sivrisinekten, kurbağadan ve yılandan
Sizden utanıyorum
kovandan, petekten ve arıdan utanıyorum
hani diyor ya şair; yüzüne bakacak yüzümüz kalmadı…
ne yüz kaldı, ne astar
utanıyorum iki metrelik cepsiz ve dikişsiz bezden
sahte beyaza bürünmüş lekesiz kefenimden
gönlümü aramaya çıktım dün
bağırdım, çağırdım
ellerim arkada volta attım
şimâle sordum, garba sordum…
gönlüm, gönlümde değildi
taklit zannettiği bir yere gitmişti
şarka gidemedim, ırak geldi
ırağa gidemedim, soramadım, utandım yine
ey gönlümü kaptırdım diye kendimi avuttuğum
ey başımı kaldırıp bakamadığım
ey ellerini tuttuğumda ömrüme ömür katan
ey her kapısına geldiğimde misafir kılan Sevgili !
kabımı kayıp ettim
bilmiyorum ne halt ettim !
ey gönül Kâbesi, maneviyat bağçesi !
affınızla…
gönlüm Siz’de mi?
15/10/2010
uzunca bir yoldan geldim
hatta yollardan da diyebilirim
karanlığı da vardı, aydınlığı da
kâh boran savurdu deli yelini,
bıçak gibi sapladı sineme kar tanelerini…
kâh güneş indi tepemize, sanki iki mızrak boyu
beyin kaynatan sıcaklığıyla…
yol uzun, yolcu bertaraf oldu…
tasdik ettiği hancıyı arzuladı, arzular da
utandı yolcu
yazıyı kesti
şükür binlerce ramazan evveli şükür
boranına, karına, güneşine, suyuna…
af, medet, yardım, himmet, şükür, sabır
hepsi yağmur gibi olsun bize
yağsın şakır şakır…
Dut Ağacı
Bugün 18 Mart 2010
Alnımızın akı, dedelerimizin nişânı Çanakkale Zaferi’nin 95. Yıldönümü…
Aynı zamanda Şehitler Günü…
Zaferimiz, şehidimiz, gururumuz, milletimiz, devletimiz, imânımız, itikâdımız, kan kokan topraklardan bahsetmeyeceğim. Bahsetmeyeceğim çünkü yeterince bu konularda bilinçli olmamız lazım. Bu olmazsa olmazımız bizim. “Ben vatanımı milletimi seviyorum, canım feda olsun” diyen her vatanperver bunları bilmek zorunda.
Bugün dikkatimi çeken yada beni derinden üzen, ülkemizde büyük kamuoyuna sahip olan ulusal basının 18 Mart tavrı yada ne anlayışı.
18 Mart 2010 Perşembe günü gazetelerine ulaşabilenler, yada internetten bakabilenler baksınlar. “Türkiye’nin En Çok Satan Gazetesi” edasıyla caka satan bir sürü gazete bu Büyük Zafer Şerefine iki satrını bile ayırmamış…
Reklam olmaması bâbıyla bu kutlu günden bahseden gazeteleri tebrik ve teşekkür ediyorum. Gururla dedelerinin, dedelerimizin şerefini, milletimizin alın akını sür manşetten basmışlar, helal olsun… Güzel, duru, yaşlısına-gencine hitâb edecek şekilde de yayımlamışlar. Ama derdim basmayanlar yada basamayanlarla benim.
Çok değil daha, 10 gün öncesi, yani 8 Mart 2010 Pazartesi günü Dünya Kadınlar Günü olarak kutlandı. Yine mevz-u bahis gazeteler bir yığın hanımefendinin yaptığı çeşitli etkinlikleri, yürüyüşleri, mitingleri, söyleşileri yazdılar sayfalarca… Birkaç hafta evvelinden başlandı, daha birkaç gün önce bitti bu yaygara… Elbette güzel bir gelişme. Bir ülkenin gelişmişliği, sivil toplum örgütlerinin çokluğuyla bilinir derler. Buna en güzel örnek Osmanlı’dır zaten. Vakıflarıyla, külliyeleriyle, âhileriyle…
Ama garibime giden Dünya Kadınlar Günü haberlerinde bol bol okuduk, beyfendinin katlettiği, dövdüğü, sövdüğü, saçından sürüdüğü, hanımefendinin yıllardır gördüğü eziyeti yürek burkukluğuyla okuduk… Yada okuduk cinnet geçiren hanımefendinin 8 Mart günü kocasını darp etmesini, çocuğuna bilmem ne yapmasını… Bugün oldu, akşama baskıdan çıktı haberler. Türkiye’nin bir ucundaki olaydan, öteki ucundaki, beklide ömründe bir daha hiç görmeyeceği insanların haberi oldu aile içi olaydan… Kırılan kol yende kalır derler atalar. Ama bu kol gazete sayfalarında kaldı ve okudu tüm yurdum insanı, şahit oldu…
8 Mart günü doğan kız çocukları şanslı sayıldı o gün, o gün evlenenler bu husustaki temennilerini belirttiler, sağolsunlar… ne münasib günde evlendiler ya !
Tüm medya kulak kesildik, acaba bugün hangi hanımefendi dayak atacak, yada dayak yiyecek diye… O gün hanımefendiden dayak yiyen erkeklerde birbirini kovaladı. Tüm ülke bunu yukarıda zikrettiğim gazetelerden okuduk, okuttular…İşte bunlar garibime gidenler.
250000 bin kişi kanını akıttı orada. Allah c.c. için kanını dökenler müstesna, birde karşı taraftan ölenler vardı. Çok değil yahu, daha asır değil, 95 yıl önceydi. Bu insanlar bir hayır duayı, bir ilgi-alakayı, bir hayırla yâd edilmeyi, belki gidip oralara ziyaret edilmeyi, geride kalanlarına sahip çıkılmasını, fâtihayı, yâsini, âmmeyi hak etmediler mi?
-Ettiler ya, etmezler mi hiç?
Yok. Etmediler. Torunları olan bizler, onları da silip attık tarihimizi, geçmişimizi, ecdadımızı silip attığımız gibi… Osmanlı’dan dem vuranlar, dedesini unutmuş, kaldı ki üç-beş nesil ilerisini hatırlasın…
Onlar hak etmediler, biz onları günlük gazete manşetine bile lâyık görmedik. Görmediğimiz gibi umrumuzda da olmadı açıkçası… Ölmüş gitmişler işte, kime ne?
Yarın çocuklarımız Çanakkale Savaşı’ndaki Anzak, Yunan, İngiliz, Fransız Askerlerinin kahramanca savaştıklarından bahsederlerse şaşırmayın… Çünkü onlar bizden bile daha iyi hayırlıyorlar hem dedelerini, hem dedelerimizi…
İşte buna çok üzülüyorum, acizâne…
Yine mez-u bahis gazetelerdeki köşe yazarlarına takıldı gözüm. Bilmem kim meşhurunun tivittır saçmalığında yazdığı mesaj yorumunu yapanlar, ülke aydınını yerden yere vuranlar, özgürlükçüyüz yaygarasıyla zülmu alkışlayanlar, canı o gün ne istemiş, neden nefret etmişse gün gün köşesine aktaranlar, soy adı gibi Hakan olamayanlar, Hâkan olan şehidlerden bahsetmediler / bahsedemediler nedense…
Ara sıra rahmetli, nur içinde yatası Mehmed Âkif Ersoy ile Üstâd Necip Fazıl Kısakürek’in devrin –sözümona aydınlarıyla – yaptıkları atışmaları okurum. Çok sivri konuşmuşlar derdim, hayıflanırdım biraz…
Ama bu duyarsızlığa, lâkaidliğe, gevşekliğe, sululuğa sivrilmemek mümkün değil…
Anasını, atasını, dedesini, devletini, milletini, ecdanını, şehitlerini bilen bir nesil olmamız ve kalanlara aksettirmemiz temennisiyle…
Dut Ağacı
18 Mart 2010 Hatırasına
şu dünyada bir nesneye
yanar içim, göynür özüm
yiğid iken ölenlere,
gök ekini biçmiş gibi…
Hz. Yunus Emre (Kuddîse Sirrûh)
Cengiz abim anısına…
dut ağacı
15/03/2010 – Bodrum
çok laf gelmiyor aklıma
ateşten suyun gönül kabına akması gibi birşey
kimi bu ateşi dua ile söndürüyor
kimi himmet dileniyor
kimi vuruyor sırtını çimenlere, çekiyor “Dağlar seni delik deşik ederim…”
delik deşik olmuyor dağlar, aksine biz oluyoruz,
kışla delik deşik yürekler pazarı oluyor…
ertesi güne ümitle kalkıyorsun,
kalkıyorsun sadece…
Ey Âlemlerin Rabbi Olan Allah’ım…
geniş eyle gönlümü, kolay eyle zamanı ve mekanı…
Efendimiz Hz. Hâbibin (s.a.v) hürmetine…
Sadat-ı Kiram hürmetine…
03/01/2010
Bodrum
Asker diyorlar şimdi bana
Dörtbin yıllık, atam mesleği…
Helal eyleyin hakkınızı bana
Vatan borcu, her yiğidin dileği…
30/10/2009
Dut Ağacı
Yaratılmışa, yaratılmış tarafından tanındığı varsayılan özgürlük,
Bir diğer yaratılmıştın, Yaratan’ına karşı olan kudsîyetine tecavüz hakkını tanımaz ! …
25/10/2009
Bir Yaratılmış; Dut Ağacı
beni evhamlı sanıyorlardı… hayır !
ben, sadece gafil değilim, o kadar !
Sultan Abdülhamid-i Sâni (Kuddîse Sirrûh)
Yeni okuduk Sayın Serdar Özkan’ı, cihetiyle romanlarından birini… Güller diyârının gaybını, gönül ile nefis çekişmesinin arasındaki hazreti insanı…
Başından itibaren hazin bir hikâyede sürüklenip, ikiz kardeşlerin birbilerine kavuşmasını beklerken, nereden bilebilirdim biri nefis – biri vicdan imiş… Ne bileyim nefsin ve vicdanın çekişmelerinden ibaretmiş… Nefs-i islâha farklı bir bakış açısı… Tasavvuf bu işin özü…
“Türklerin Küçük Prensi, tüm dünyayı büyülüyor…” sözüne merakımdan okumuş idim… Sayın Serdar Özkan bu hususta kendini mi kast etti bilemedim : ) Gün olurda karşılaşırsak sorarım, sorunca söylerim…
İyi okumalar…
Elif Allah (c.c.)…
Mim Muhammed (sav)…
Tez Selamet…
Bu da nedir demeyin hemen. Duâdır bu… Osmanlı insanının yüzyıllardır söylediği, zamanın ahirinde pek bilinmeyen bir duadır…
Rahmetli babaannem söylerdi bu duayı, kızardım küçükken kendi aklımca.
Neden Cenab-ı Hakka “elif” ismi diyordu ki? Neden Efendimizin (sav) başına “mim” eklemişti? Sonra “selamet” te kim oluyordu? Sorular sorular…
Yıllar sonra idrak etmek nasip oldu bazı şeyleri, himmetleriyle, elhamdülillah…
Elif Allah (c.c.)… Mâlumunuz “elif” Arapça alfabenin ilk harfi. Mutâsavvıflar, Hattatlar ve Ebrûzenler Cenab-ı Hakkı simgelemek için “elif” harfinı kullanırlarmış. Elif tekliğiyle, alfabenin, fâtihanın, ilk ayetin başı oluşuyla özelmiş… Hattat çalışmasını bitirdiğinde elifi ya en başa, yada en ortaya koyarmış ki, bir bayrak gibi dalgalansın… Ebrûzen özenle döktüğü lâle motifi üzerine elif işlermiş ki, Mutâsavvıf saatlerce o resme bakıp tefekkür âlemlerine dalarmış… Elife doğru yatılmaz, ayak uzatılmaz, alelâde yerlere asılmaz imiş… Elif duruşuyla kıyamdaki âdemi simgelermiş ki, Habib-i Zişân Efendimizin (sav) özel duasıyla mashâr olunan bir zikir imiş…
Mim Muhammed (sav)… Mim, Hazreti Rasurullah Efendimizin (sav) ism-i şeriflerinin Arapça yazılımındaki ilk harftir… Duruşuyla kıyamdan sonra secdeye varan âdemi simgelediği söylenir mimin… Nasıl ki cennet kapıları üzerinde İsm-i Celâl ile zikredilmişse Efendimizin (sav) ism-i şerifi, burada da ayrılmamıştır…
Tez Selâmet… Kul daralmadıkça Hızır (a.s.) yetişmez der büyükler… Daraldığında, bunaldığında, bolluğunda çalacağın kapı tektir… Duâdır bizi ayakta tutan, gönülleri geniş eyleyen… Duâda kurtulmak, sâlim olmak, korkulardan ve fenalıktan kurtulmak, dahası imânını hırsıza kaptırmamak ve sonuçta imân ile göçebilmek için bir duadır…
Bir güzelliği şudur bu duanın. İlk önce zikredilen Cenab-ı Hakk’ın ismidir, ardına Habib-i Zişân Efendimiz’in (sav) ismi gelir… Bunu zikredince insan artık talebinde bulunur, duasını eder… Besmele-i Şerîfesiz ve Salâvat-ı Şerife’siz bir dua ne kadar makbuldur ki ecdâd bunun edebsizlik olduğunu iyi bilir…
Şu kadar çekersen, şu vakte kadar dileğine kavuşursun efsaneleri de yapılmış bu duâ üzerine… İnanmadım duyduğumda… İstemesini bilene Cenab-ı Hak hazine kapılarını açacaktır, muhakkak… Zirâ İslâmiyet Hazinesinin tâ içindeyiz elhamdülillah… Nakşibendi ve Hanefî nimetleri ile şereflenmişiz, elhamdülillah…
Rahmetli babaannemi yâd ederek, şöyle 300-400 yıl evveli İstanbul’unu düşünerek, gönlümdekileri gönlümde zikrederek diyorum bende…
Elif Allah (c.c.)…
Mim Muhammed (sav)…
Tez Selamet…
29.09.2009
Dut Ağacı
Hakan Kağan’ın kaleminden eşsiz bir 18. yüzyıl Osmanlı anektodu. Yeniçeri Ocağı isyanlarının perde arkası… Perde arkası çünkü bize öğretilen tarihten daha başka şeyler mevcut. Sanki günümüz olaylarının ikiyüz yıl evveli… Bir Seyyidin Sultanla diyaloğu ve olaydaki tasavvufî boyutlar…
Kıraat ederken elinizde olmadan kapılıyorsunuz kitabın sürükleyici sularına. Tasavvur ediyorsunuz o zamanı, hâli, ahâliyi, ahvâli…
Ve Fitne… Durmamış şimdi durmadığı gibi. Devlet-i Âli Osmaniye, tehlikede… ve bıçak gibi Hünkâr huzurunda söylenen söz…
“kılıç kından çıkmadıkça, kurt sürüsü hizâya girmez, sultanım…”
iyi okumalar…
Ey kalem!
Kırıl. Kırıl ki çiçek gibi taptaze varlıklarıyla ferahlık verirken ölümün merhametsiz pençesine düşmüş olan nice ünlünün ve büyüğün halini yazıyorsun da okuyucuların gözlerinden akan yaşların artmasına sebebiyet veriyorsun.
Ey babasını kaybetmiş çocuk!
İçinde yaşadığımız bu fânî âlemi bâkî mi sandın ki babanın yokluğundan bu kadar üzüntü duyuyorsun? Acaba dünyada kendisini terbiye edecek varlık sebebi olan babasından ayrı kalmış sadece kendini mi görüyorsun? Öyleyse pek yanlış bir düşünce!…
Hayat, bir çizgi gibidir. Hayatı ebedî zannedenler, çok çabuk yok olacak yıldızları daima parlayacak zanneden cahiller zümresine benzerler.
Ey masum!
Ağlama ki bugün elden çıkardığımız o değerli, o saygın kişilerle bir âlemde yine görüşeceğiz. Yine huzurlarında bulunma şerefine ereceğiz, kardeşim!…
İki Aşk Çiçeği
Ömer Nasuhi Bilmen
kıl râbıtayı, şenlensin bu mesken-i cürm olmuş gönül,
nurlansın, bağlansın, canlansın ehl-î gönül elinde gönül…
2008
Dut Ağacı
“gözlerim yeterli değil, daha yüzlerce göz bulmalıyım,
ödünç almalıyım da seni seyretmeliyim…”
Divân-ı Kebir
Hazreti Mevlana Celâleddin-î Rumî (Kuddîse Sirrûh)
vâkıf olmak için, var git vakfa,
umulur ki, vakfoluruz Yaradana (c.c.)…
2008
Dut Ağacı
gönlümü koydum ortaya
sermaye olarak,
destekledim sermayemi
sana olan hasretimle.
hasretim hep büyüdü,
belliki bu şirket kararınca yürüdü…
üç defter talep ettiler;
defter-i kebir, yevmiye ve envanter.
her sayfasına “sen” işledim.
ha birde bilanço var,
hani şu yıl sonuna tekabül eden
sonuç; gene “sen”…
çift taraflı kayıt sistemi uygulamalıymışım,
hani “T” sistemi diyorlar prosedürde,
bu sefer böldüm bütün sayfaları ikiye,
girdisi sen, çıktısı sen…
kârımı merak ediyorsun değil mi?
“sen…”
2007
Dut Ağacı
Allah c.c. için atılmış üç adım
bu yolda yürümek ve ölmektir muradım
ölen ten imiş ve mahkum olmuş kadere
cesedin boynuna atmışlar bir cürümden ilmek
karar; çürümek…
Allah c.c. için yenen üç lokma
helaldir çabamız bu uğurda
herkese nasip olmaz böyle nimet
salihâne geçer inşallah zâd-ı âhiret
Allah c.c. için edilen üç kelâm
sayılıdır âdem ömründe böyle beyân
hâl nic’ola onlarsız el’aman
kılmasın bizi Sadatlardan ırak Er-Rahman
hâlidi
niyet-i hâlis alınca,
kutlu mekâna varınca,
halka olunca,
âdab durunca,
göz yumunca,
baş eğilince,
gönül bağlanınca,
estağfirullah çekince,
umrunda olmayınca kimse,
vur gemi nefse!
himmet kurban, yol senindir!
gayret sofi, can senindir!
inşallah ki, himmetleriyle…
hâlidi
incilerin on beşi!
gönüllerin güneşi,
alemlerin sevinci,
Gülümüz, Sen’sin Sultanım…
açılır huzurda rahmet,
eyle bize gani himmet,
huzura varan, olmaz hezimet,
Gülümüz, Sen’sin Sultanım…
içimdeki sönmeyen nâr,
gönül sürurusun ey yâr,
kıl bize ziyâde nazar,
Gülümüz, Sen’sin Sultanım…
hâlidi
Beyânat…